Medicinska Riksstämman är sveriges största tvärvetenskapliga möte och erbjuder ett brett vetenskaplig program för olika specialiteter och kompetensnivåer från akutsjukvård till psykiatri.
Årets tema: Yılın teması: “Säkrare vård” Güvenli bakım.
İzlemek için ilgi alanına göre seçilecek en az yedi yüz adet ayrı program noktası vardı.
Burası Stockholm. Bugün, 4 Kasım 2011. İsveç Medicinska fuarı dün sona erdi.
Medicinska Riksstämman, İsveç’in en büyük bilimsel toplantısıdır ve değişik uzmanlıklarla ve uzmanlık düzeyleriyle akut kurtarmadan, psykiatriye kadar geniş bir bilimsel program sunmaktadır.
Här är ett axplock med utgångspunkt i temat. “Säkrare vård”.
Çıkış noktası olarak “ güvenlikli bakım” başlığı altında, konuşmacıları da belirlenmiş olan bazı konular şunlar:
-Hjärtta, kärl och lungsjukdomar.
-Barnas hälsa och vård.
-Etik och bemötande.
-Individ och samhälle
-Hud och könssjukdomar.
-Infektionssjukdomar.
-Inflammatoriska sjukdomar.
- Medicinska procedurer och tekniker
-Nervsystemets sjukdomar.
-Profession, organisisation och lärande
-Psykisk ohälsa.
-Reproduktiv hälsa.
-Åldrande.
-Tumörsjukdomar.
Neden bu tema seçildi?
Çünkü hasta güvenliği dünyanın her yerinde risk altında.
Sadece bakım ve gözetimdeki ihmaller nedeniyle ölen kaç hasta var, bilinmiyor.
Sağ ortadaki afişte: Üye ol ve daha iyi sağlık ve hasa gözetimi çalışmalarımıza destek ver, diyor.
Oysa o insanlar küçük bir yardım ve destekle kurtarılabilirler.
Baştan savma ya da önemsememe nedeniyla ölenler için bir çığlıktır bu fuar.
Bu nedenlerle yılın konusu hasta bakımı güvenliği gündem oldu.
Hasta güvenliği derken, bakımda ve gözetimde eksikliklikler...
Rutin işlemlerde hastanın güvenliğini etkileyen faktörler...
Hekim,gelişen en iyi bilgiyi hastasına verir.
Toplumda daha iyi sağlık koşulları için danışmalık yapan bir dernek..
Uzman bir organ olan İsveçli hekimler birliği (Svenska Läkaresällskapet) düzenlemesi bir fuar.
İlk gün açılışını yapan Amerikalı doktor Pronovost için özel duyurular yapıldı.
Peter Pronovost, (Profesor vid Johns hopkins Universty School of Medicine) narkos doktoru ve araştırmacı.
Time Magazin listesine göre dünyada sözü geçen en etkili yüz kişiden birisidir.
Yaptığı buluşla, yoğun bakımdaki hastalarda ölüm, yüz de otuz oranında düşmüş.
Yoğun bakımdaki hastaların yüzde kaçı kurtarılabiliyordu, kimse bilmiyor.
Şimdi Peter Pronovost yöntemi tüm dünyaya yayılmış bulunuyor.
Salt yoğun bakımdaki hastalar değil konu bu fuarda.
İnsan sağlığının, hastahanelerde ne tür risk altında olduğu temel konudur.
Hemen solda kamera karşısında konuşan İsveç Toplum Bakanı Göran Häglund.
Kendisini Toplum Bakanı olarak doğrudan ilgilendirdiği için (Social Minister ve Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı)evet, Göran Häglund da bu konuda ilk gün konuştu.
Öteki siyasetçiler de programlar çerçevesinde sahne aldılar.
İzlemek için ilgi alanına göre seçilecek en az yedi yüz adet ayrı program noktası var, diye bilgi verilmişti.
Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü de buradaydı.
WHO:s adına (chef för WHO:s patientsäkerhetsprogram) Edvard Kelley global açıdan hasta güvenliği konusunda konuştu.
Ayrıca tanınmış hasta güvenliği uzmanlarından (Charles Vincent, England, ve Erik Hollnager, Frankrike, Peter Pronovost, USA) dünyaca tanınmış hekimler yine bu konuda konferanslarla, fuara renk ve kalite kattılar.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez
4 Aralık 2011, Stockholm
4 Aralık 2011 Pazar
3 Aralık 2011 Cumartesi
Svenska Medicinska Riksstämman. Amerikalı Dr. Peter Pronovost'un açılış konuşmasını yaptığı sağlık fuarı dün sona erdi.
Karolinska Institutet de, Tıp Nobel Ödülleri veren kadrosu ile buradaydı.
Fuardaki stant göze gelen renkleriyle, bu fuara damgasını vurdu.
İlk gün, ilk karede verdiğim çiçek rengi de bunun simgesiydi. Bugün, 3 Kasım 2011.
Dünyanın bir çok yerinden konuk edilen bilim insanlarının katıldığı...
İki yüze yakın sempozyomun üç gün içinde tamamlandığı bir fuar dün sona erdi.
İlk bakışta gösterişi olmayan sönük bir fuar izlenimi verdi dışarıdan gelenlere.
Fakat kazın ayağı öyle değildi...
Yüzlerce bilim meraklısı salonları doldurdu.
İki yüze yakın sempozyomun hiç aksamadan sürmesi büyük bir başarıdır.
ABD, Almanya, Hollanda, Avusturya, Belçika, Danimarka, İngiltere,
Norveç ve İsveç gibi ilkelerden davet edilen uzmanlar özel konuşmalar yaptılar.
Bu bir fuardan çok bir araştırma ve çalışma ortamı oldu.
Bilimsel yeni verilerin paylaşıldığı, keşiflerin masaya yatırıldığı bir buluşmalar gündemi oldu.
Fuar, üç ayrı kategoride çalışma platformu oluşturmuştu.
Programlara göre 1)genel sempozyumlar...
2)uzmanlık alanları içeren sempozyumlar ve
3)konuk biliminsanlarının konuşmaları.. olarak bu üç dalda izlence vardı.
Fuar alanı sakin bir ortam olarak dikket çekti. Salonlar sessiz meraklılarla doldu.
Dizgeli sunumlar aksamadan sürdü ve evet meraklılar salonları doldurdu.
Örneğin son dönem dünyaca ünlenen doktor Peter Pronovost’ın yaptığı açılış konuşması için özel ilgi vardı.
Bay Pronovost daha başka saatlerde de konuşmacı oldu.
Narkoz sisteminde yaptığı yenilik biliminsanları tarafından yararlı bulundu ve pek çok yerde kullanılmaya başlandı.
Bu buluş onu bir anda hem sağlık alanında tanınmasına yol açtı.
Sağlık sisteminde popüler olunca, medyada da yıldız haline geldi.
Buluşu sayesinde yoğun bakımda sağlanan güvenlikle, yoğun bakımda ölüm oranının yüzde otuz azaldığı söyleniyor.
Bu fuar şöyle bir tümce ile konuyu kamuoyuna sunuyor.
"Genom kunskap och dialog utvecklar vi vården tillsammans."
"Sağlıkta bakım ve gözetimi, bilim ve diyalog ile birlikte (biz) geliştiririz."
Svenska Läkaresällskapet (İsveç Hekimleri Derneği) organizasyonu olarak gerçekleştirildi.
Fuar bu anlamda tam da söylendiği gibi bilimsel buluşların, konuşma ortamına getirilişi oldu.
Ne yazıktır ki sağlık alanında yeni bilimsel buluşmaların konu olduğu ve paylaşıldığı bu büyük ortamda Türkiye'den kimseler yoktu...
Stockholm'de yaşayan Türkiye kökenli hızlı gazeticiler de ortada görünmediler bu fuar boyunca...
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez
3 Aralık 2011, Stockholm
Fuardaki stant göze gelen renkleriyle, bu fuara damgasını vurdu.
İlk gün, ilk karede verdiğim çiçek rengi de bunun simgesiydi. Bugün, 3 Kasım 2011.
Dünyanın bir çok yerinden konuk edilen bilim insanlarının katıldığı...
İki yüze yakın sempozyomun üç gün içinde tamamlandığı bir fuar dün sona erdi.
İlk bakışta gösterişi olmayan sönük bir fuar izlenimi verdi dışarıdan gelenlere.
Fakat kazın ayağı öyle değildi...
Yüzlerce bilim meraklısı salonları doldurdu.
İki yüze yakın sempozyomun hiç aksamadan sürmesi büyük bir başarıdır.
ABD, Almanya, Hollanda, Avusturya, Belçika, Danimarka, İngiltere,
Norveç ve İsveç gibi ilkelerden davet edilen uzmanlar özel konuşmalar yaptılar.
Bu bir fuardan çok bir araştırma ve çalışma ortamı oldu.
Bilimsel yeni verilerin paylaşıldığı, keşiflerin masaya yatırıldığı bir buluşmalar gündemi oldu.
Fuar, üç ayrı kategoride çalışma platformu oluşturmuştu.
Programlara göre 1)genel sempozyumlar...
2)uzmanlık alanları içeren sempozyumlar ve
3)konuk biliminsanlarının konuşmaları.. olarak bu üç dalda izlence vardı.
Fuar alanı sakin bir ortam olarak dikket çekti. Salonlar sessiz meraklılarla doldu.
Dizgeli sunumlar aksamadan sürdü ve evet meraklılar salonları doldurdu.
Örneğin son dönem dünyaca ünlenen doktor Peter Pronovost’ın yaptığı açılış konuşması için özel ilgi vardı.
Bay Pronovost daha başka saatlerde de konuşmacı oldu.
Narkoz sisteminde yaptığı yenilik biliminsanları tarafından yararlı bulundu ve pek çok yerde kullanılmaya başlandı.
Bu buluş onu bir anda hem sağlık alanında tanınmasına yol açtı.
Sağlık sisteminde popüler olunca, medyada da yıldız haline geldi.
Buluşu sayesinde yoğun bakımda sağlanan güvenlikle, yoğun bakımda ölüm oranının yüzde otuz azaldığı söyleniyor.
Bu fuar şöyle bir tümce ile konuyu kamuoyuna sunuyor.
"Genom kunskap och dialog utvecklar vi vården tillsammans."
"Sağlıkta bakım ve gözetimi, bilim ve diyalog ile birlikte (biz) geliştiririz."
Svenska Läkaresällskapet (İsveç Hekimleri Derneği) organizasyonu olarak gerçekleştirildi.
Fuar bu anlamda tam da söylendiği gibi bilimsel buluşların, konuşma ortamına getirilişi oldu.
Ne yazıktır ki sağlık alanında yeni bilimsel buluşmaların konu olduğu ve paylaşıldığı bu büyük ortamda Türkiye'den kimseler yoktu...
Stockholm'de yaşayan Türkiye kökenli hızlı gazeticiler de ortada görünmediler bu fuar boyunca...
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez
3 Aralık 2011, Stockholm
1 Aralık 2011 Perşembe
Stockholm, Sweden. Bugün, 1 Aralık 2011. İstanbul 30. Kitap Fuarı'ndan sonra, Stockhom'de sağlık fuarındayım...
Burası Stockholm. Bugün, 1 Aralık 2011. Anlatılacak çok şey var.
Her zaman olduğu gibi bir uçtan tutarak ilerliyorum yazmak için.
Buraya, kütüphaneye gelirken muhteşem düşünceler, fikirler gelip geçti kafamdan.
Onları not edemezdim. Etmeyi denemedim de. Her şey çok hızlı geçip uçuyordu.
Ne elim, ellerim ne de kalemim, kalemlerim yetişemezdi onlara.
Tıpkı insanın durduramadığı ölüm gibi bir hız vardı her şeyde.
Yine de minicik bir umudum vardı, kafamda bir iki kırpıntı kalır diye...
Ne oldu? Tam da buraya geldim, tümü de yitip gittiler!
Oysa biraz kıpırdasalar? Şöyle bir rüzgar geri savursa onları!
Yüzlerce yıl üstünden geçmiş arkeolojik kalıntılara dönüştü güzel ve parlak düşüncelerim.
İşte sözcükler dünyası, yaratıcının, yazarın dünyası böyledir.
Bu nedenle onlar anlaşılmakta zorlukla karşılaşırlar.
Ne, neler gelip geçti zihinsel penceremden? Daha nesnel bir dünyaya dönmeliyim.
Şöyle oldu! Fuardan yola çıktığımda ıslak ve karanlık bir yol karşıladı beni.
Fakat tuhaf bir paradoks gibi ışık ıçınde yanıp sönüyordu kafamın içi.
Oysa bugün zorlu bir gün geçirdi bu satırların yazarı.
Haykırdığı, çığlılar attığı bir gün olarak, özel tarihine yazıldı bu gün bu yazarın.
Böyle alabildiğine çığırışla ortaya dökülen bu ses, belki de bundan on, on beş yıl önce Vietnam’da, Saygon’da pasaportunun, tüm paralarının ve kamera zomlarının, koca bir meydanda, göz önünden çalındığı günde atılan haykırışlarla özdeş tutulabilir.
Üstelik kitlesel bir seyirlik gibi bu olayı izleyen Saygonlular, bu çığrışa ve yardım istemeye en küçük bir refleksle yanıt vermemişlerdi.
Hem de gözünün önünde olup bitti tüm olay. Sessizlikle karşılaştı bu çığılıklar o gün Saygon’da.
Oysa bugün, olgun bir hemşire, bu satırların yazarının elini tuttu ve karnına bastırdı. dedi ki; "Senin acını yirmi kat fazlasıyla duyumsuyorum."
Bu olay bir hastanede geçti. Bu kez doktorun adı Yine Lars olarak karşıma çıktı.
Bu kincinci Lars! Birinci Lars on yıl önce Köyceğiz'de kırılan kaval kemiğim için diz kapağımdan bileğime dek uzun bir çiviyi çekiçleyerek çakan ve vidalayan Doktor Lars oldu.
Her ne ise bugün de bir sessizlik filmi gibi gelip geçti günün öteki yarısı.
Öğleden önce atılan çığıklar, öğleden sonra sessizliğe bıraktı yerini.
Bu nasıl oldu? Şöyle oldu. Fuardan çıktım. Tren iki istasyon sonra Güney’e varacaktı.
Ben sürdürdüm ve T-Central denilen istasyona vardım. Sonra eve döndüm.
Bu süre içinde dikkatimi bir kez daha çeken konu şu oldu.
Trende sadece yabancılar konuşuyordu.
İsveçli, İskandinavyalı diyebileceğim insanlar suskun ve sessizdi.
Onlar ya bir mesaj yazıyordu telefonda ya da derin düşüncelere dalmışlar ve hüzünle oturuyorlardı.
Uzaydaki yalnızlığa, ilk o insanların gitme cesaretini göstereceğini düşündüm o sırada.
Bizimkiler, Ortadoğulular, Afrikalılar, Hindistanlılar, İspanyolca konuşan mestizolar, Orta Asyalılar kesinlikle o yalnızlığa dayanamazlar.
Uzaydaki yalnızlık duygusu için bu ülkenin insanları epey bir zamandan beri hazırlar.
İşte bunları düşündüm. Fuarda, Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı da konuştu.
Sağ köşede en altta onun fotoğrafını sunuyorum.
Yarın fuardan söz edeceğim.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez
1 Aralık 2011, Stockholm
Her zaman olduğu gibi bir uçtan tutarak ilerliyorum yazmak için.
Buraya, kütüphaneye gelirken muhteşem düşünceler, fikirler gelip geçti kafamdan.
Onları not edemezdim. Etmeyi denemedim de. Her şey çok hızlı geçip uçuyordu.
Ne elim, ellerim ne de kalemim, kalemlerim yetişemezdi onlara.
Tıpkı insanın durduramadığı ölüm gibi bir hız vardı her şeyde.
Yine de minicik bir umudum vardı, kafamda bir iki kırpıntı kalır diye...
Ne oldu? Tam da buraya geldim, tümü de yitip gittiler!
Oysa biraz kıpırdasalar? Şöyle bir rüzgar geri savursa onları!
Yüzlerce yıl üstünden geçmiş arkeolojik kalıntılara dönüştü güzel ve parlak düşüncelerim.
İşte sözcükler dünyası, yaratıcının, yazarın dünyası böyledir.
Bu nedenle onlar anlaşılmakta zorlukla karşılaşırlar.
Ne, neler gelip geçti zihinsel penceremden? Daha nesnel bir dünyaya dönmeliyim.
Şöyle oldu! Fuardan yola çıktığımda ıslak ve karanlık bir yol karşıladı beni.
Fakat tuhaf bir paradoks gibi ışık ıçınde yanıp sönüyordu kafamın içi.
Oysa bugün zorlu bir gün geçirdi bu satırların yazarı.
Haykırdığı, çığlılar attığı bir gün olarak, özel tarihine yazıldı bu gün bu yazarın.
Böyle alabildiğine çığırışla ortaya dökülen bu ses, belki de bundan on, on beş yıl önce Vietnam’da, Saygon’da pasaportunun, tüm paralarının ve kamera zomlarının, koca bir meydanda, göz önünden çalındığı günde atılan haykırışlarla özdeş tutulabilir.
Üstelik kitlesel bir seyirlik gibi bu olayı izleyen Saygonlular, bu çığrışa ve yardım istemeye en küçük bir refleksle yanıt vermemişlerdi.
Hem de gözünün önünde olup bitti tüm olay. Sessizlikle karşılaştı bu çığılıklar o gün Saygon’da.
Oysa bugün, olgun bir hemşire, bu satırların yazarının elini tuttu ve karnına bastırdı. dedi ki; "Senin acını yirmi kat fazlasıyla duyumsuyorum."
Bu olay bir hastanede geçti. Bu kez doktorun adı Yine Lars olarak karşıma çıktı.
Bu kincinci Lars! Birinci Lars on yıl önce Köyceğiz'de kırılan kaval kemiğim için diz kapağımdan bileğime dek uzun bir çiviyi çekiçleyerek çakan ve vidalayan Doktor Lars oldu.
Her ne ise bugün de bir sessizlik filmi gibi gelip geçti günün öteki yarısı.
Öğleden önce atılan çığıklar, öğleden sonra sessizliğe bıraktı yerini.
Bu nasıl oldu? Şöyle oldu. Fuardan çıktım. Tren iki istasyon sonra Güney’e varacaktı.
Ben sürdürdüm ve T-Central denilen istasyona vardım. Sonra eve döndüm.
Bu süre içinde dikkatimi bir kez daha çeken konu şu oldu.
Trende sadece yabancılar konuşuyordu.
İsveçli, İskandinavyalı diyebileceğim insanlar suskun ve sessizdi.
Onlar ya bir mesaj yazıyordu telefonda ya da derin düşüncelere dalmışlar ve hüzünle oturuyorlardı.
Uzaydaki yalnızlığa, ilk o insanların gitme cesaretini göstereceğini düşündüm o sırada.
Bizimkiler, Ortadoğulular, Afrikalılar, Hindistanlılar, İspanyolca konuşan mestizolar, Orta Asyalılar kesinlikle o yalnızlığa dayanamazlar.
Uzaydaki yalnızlık duygusu için bu ülkenin insanları epey bir zamandan beri hazırlar.
İşte bunları düşündüm. Fuarda, Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı da konuştu.
Sağ köşede en altta onun fotoğrafını sunuyorum.
Yarın fuardan söz edeceğim.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez
1 Aralık 2011, Stockholm
6 Nisan 2011 Çarşamba
Zorn ve Emma.. 1885 Aralık sonlarında İstanbul’da .. Tifo ateşi Zorn’u ölüm döşeğine atmasa ne güzel resimler kalacaktır..
İstanbul Emma ve Zornu bekliyor.
Yolculuk Göteburg üzerinden Hamburg, Viyana, Budapeşte, Macaristan ve Romanya’dır.
Bu bir balayı gezisidir.
Evet! Belgrat, Bükreş, Varna ve buradan da İstanbul yönü açılır.
Emma ve Zorn, 1885 Aralık sonlarında İstanbul’da görüyoruz.
Her ikisi de yirmi beş yaşlarındadır.
Büyük bir aşkla başlamışlardır. Bu salt bir aşk da değildir. İşin içinde akılla seçme ve seçilme de vardır.
Özellikle Zor, turnayı gözünden tanır. Altmış yıllık yaşamı da Zorn'a bunu kanıtlar. Zorn İstanbul günlüğüne şunlar yazar...
“oh, tanyerinin İstanbul’a karşı doğuşunu hiç bir zaman unutmayacağım.
Eksi 15 derece kar içinde kırsal bir alan ve beyaz minareler güneşin doğuşu...”
Sulu boya üç resim yapıyor o günlerde.
Kayıkçı, uyuyan odalık, ve Topkapı.
Şans İstanbul’un yanında değildir o günler.
Eli ayağı ateşler içinde ancak üç resim yapabilir Zorn.
Şubat başlarında tifo ateşi sarmıştır ressamımızı.
Bu kez karısı Emma, Stockholm’deki annesi Henriette Hanım’a mektup yazar.
“uzun süre önce sana yazdım ve şimdi hayatımın en zor günleridir. 16. gün bugün. Dört aylık evliyiz ve son haftalarda umutlandım ki evliliğimiz çok uzun sürsün diye. Aşkım ölüme çok yaklaştı. 10 gün boyunca ateşler içinde yattı doktorlar ve biz hepimiz korktuk. İki doktoru var. Günde üç dört kez geliyorlar ve ona bakıyorlar. Hemşire günaşırı geceleri onun yanında kalıyor.”
Zorn biraz iyileşir iyileşmez, Emma ile Atina’ya doğru yola çıkalar.
Böylece iki ay süren İstanbul gezisi, ancak üç suluboya anısı olarak geride kalacaktır.
Tifo ateşi.. olmasa, Zorn fırça darbeleri ile o günlerin İstanbul’unu bize bırakacaktır.
Tifo ateşinin Zorn’u ölüm döşeğine atması, İstanbul için, bizim için talihsizlik olmuştur.
Zorn’un fırçası İstanbul’u sonsuzluğun ışıklarıyla resmedeceği sırada bu ateşli tifo talihsizliği sonucu İstanbul'un yıldızı söner.
Emma ve Zorn soluğu Yunanistan’da alırlar. İstanbul 1885 ile ve üç suluboya ile bizlere kalır.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 06 Nisan 2011, Stockholm
İlk resim: İstanbul kaıkroddare 1886 akvarel 35x50 (sulubota) Zornmuseet
ikinci Resim:topkapı (1885), akvarel 64 x 34 (suluboya)
üçüncü resim: Kaıkroddare (1886) akvarel, 51 x 79
19 Mart 2011 Cumartesi
Zorn skriver i dagbok; ‘Jag hade blivit kär i en flicka,’ ve Zorn İstanbul'a gidiyor...
Bir kıza aşık oldum; ‘Jag hade blivit kär i en flicka,’ diye günlüğüne yazar Zorn.
İlk iki kadın şans, kader onu bu dünyaya armağan etme vesilesi olmuşlar.
Bir seçme seçilme yoktur, bu dünyaya geliş dosdoğru rastlantıların sonucudur.
Doğma büyüme köy kızları olan nene ve anne arasında babasız büyür Zorn.
Onu yolda bırakmayacak ve tüm yaşamını kapsayacak üçüncü kadını ise seçer.
Zorn günlüğüne,'Bir kıza aşık oldum; ‘Jag hade blivit kär i en flicka,’ diye yazar.
Değerli İzleyici,
‘Ölümsüz,’ sözü yer alır konuşmalarda, dedim daha önceki sunumlarda. 26 Şubat 2011 bakınız, http://edebiyattekinsonmez.blogspot.com/
Gılgamış da beş bin yıl önce bunun peşinden koştu. Immortality and art! Ölümsüzlük ve sanat! Why art is immortal? Sanat neden ölümsüz?
Siyaset, sanat, kişileri olduğu gibi, inanç ve din açısından kimi durumları, olguları toplumlara onaylatan ve toplumları yönlendiren kişiler de ölümsüzlük zırhı ile donatılır, dedim.
Nedir ölümsüzlük? Bir sanatçının ölümsüzlük asası ile kutsanması, biraz da böyle bir şans gerektirir.
Zorn bu şansı buldu demek isterim. Burada bir ek düşüyorum, ‘ölümsüzlük’ sarmalında kadına da yer ayırmak gerekir.
Hele o kişi bir sanat dalına kendisini adamışsa.
Kadın yanında, arkasında, önünde olmadan, o sanatçı bir deha olsa bile bir yere varamaz.
Güvensiz limandan limana sürüklenen nice sanat dehası, silinip yitmiştir.
Değerli İzleyici,
Şans evet fakat bir de sanatçının seçimi var. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru seçim.
Çünkü seçim, geleceğin tasarımı olur. Bu kez bir seçim söz konusudur evet.
Bu kez iyi eğitimli bir kent kızı, Stockholmlu köye, Mora kırsalına 'gelin' gelecektir.
Emma iyi eğitilmiş ve varlıklı bir Musevi ailesinin kızıdır. Bugünkü Mora, biraz da onun tasarlaması ile oluşur.
Sonradan kayınbiraderi olacak matbaa sahibi Hugo Geber’in evide, Ocak 1881’de karşılaştığı Emma ile o yıl Haziran’da nişanlanır Zorn.
Emma ile dört yıl süren nişan süresi ardılı nikah masasına otururlar. 13 Ekim 1885’te ölümüne sürecek nikah defteri imzalanır.
Emma’nın babası tekstil firması sahibi Martin Oscar Lamm 1824-(1878) Stockholmlu.
Martin Oscar Lamm, ölmeden önce varsıllığını karısı Henriette'i şirket ortaklığı ile donatmış.
Dul, şirket sahibi anne Henriette Lamm, kızının yoksul ve kırsala bağlı bir delikanlı ile aykırı evliliğine zorluk çıkarmaz.
Şöyle ki Bayan Henriette Zorn ve Emma evliği için Hotel Phonek’te bir ziyafet verir ve...
Üç gün sonra balayı gezisi başlar.
Olasıdır ki Bayan Henriette Lamm ailesi bu balayı gezisini parasal yanıyla da hazırlamışlardır.
Yolculuk Göteburg üzerinden Hamburg, Viyana, Budapeşte, Macaristan ve Romanya’dır.
Evet! Belgrat, Bükreş, Varna ve buradan da İstanbul yönü açılır. Yarın İstanbul...
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 19 Mart 2011, Stockholm
İlk resim;, Zorn'un fırçasıyla Emmma. Emma läser,1887 olja duk 40 x 60 Zornmuseet
ikinci görsellik; İstanbul (1885) Emma ve Zorn ve arkadaşları
üçüncü resim; Emma, Zorn (1894) olja duk 128 x 87
İlk iki kadın şans, kader onu bu dünyaya armağan etme vesilesi olmuşlar.
Bir seçme seçilme yoktur, bu dünyaya geliş dosdoğru rastlantıların sonucudur.
Doğma büyüme köy kızları olan nene ve anne arasında babasız büyür Zorn.
Onu yolda bırakmayacak ve tüm yaşamını kapsayacak üçüncü kadını ise seçer.
Zorn günlüğüne,'Bir kıza aşık oldum; ‘Jag hade blivit kär i en flicka,’ diye yazar.
Değerli İzleyici,
‘Ölümsüz,’ sözü yer alır konuşmalarda, dedim daha önceki sunumlarda. 26 Şubat 2011 bakınız, http://edebiyattekinsonmez.blogspot.com/
Gılgamış da beş bin yıl önce bunun peşinden koştu. Immortality and art! Ölümsüzlük ve sanat! Why art is immortal? Sanat neden ölümsüz?
Siyaset, sanat, kişileri olduğu gibi, inanç ve din açısından kimi durumları, olguları toplumlara onaylatan ve toplumları yönlendiren kişiler de ölümsüzlük zırhı ile donatılır, dedim.
Nedir ölümsüzlük? Bir sanatçının ölümsüzlük asası ile kutsanması, biraz da böyle bir şans gerektirir.
Zorn bu şansı buldu demek isterim. Burada bir ek düşüyorum, ‘ölümsüzlük’ sarmalında kadına da yer ayırmak gerekir.
Hele o kişi bir sanat dalına kendisini adamışsa.
Kadın yanında, arkasında, önünde olmadan, o sanatçı bir deha olsa bile bir yere varamaz.
Güvensiz limandan limana sürüklenen nice sanat dehası, silinip yitmiştir.
Değerli İzleyici,
Şans evet fakat bir de sanatçının seçimi var. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru seçim.
Çünkü seçim, geleceğin tasarımı olur. Bu kez bir seçim söz konusudur evet.
Bu kez iyi eğitimli bir kent kızı, Stockholmlu köye, Mora kırsalına 'gelin' gelecektir.
Emma iyi eğitilmiş ve varlıklı bir Musevi ailesinin kızıdır. Bugünkü Mora, biraz da onun tasarlaması ile oluşur.
Sonradan kayınbiraderi olacak matbaa sahibi Hugo Geber’in evide, Ocak 1881’de karşılaştığı Emma ile o yıl Haziran’da nişanlanır Zorn.
Emma ile dört yıl süren nişan süresi ardılı nikah masasına otururlar. 13 Ekim 1885’te ölümüne sürecek nikah defteri imzalanır.
Emma’nın babası tekstil firması sahibi Martin Oscar Lamm 1824-(1878) Stockholmlu.
Martin Oscar Lamm, ölmeden önce varsıllığını karısı Henriette'i şirket ortaklığı ile donatmış.
Dul, şirket sahibi anne Henriette Lamm, kızının yoksul ve kırsala bağlı bir delikanlı ile aykırı evliliğine zorluk çıkarmaz.
Şöyle ki Bayan Henriette Zorn ve Emma evliği için Hotel Phonek’te bir ziyafet verir ve...
Üç gün sonra balayı gezisi başlar.
Olasıdır ki Bayan Henriette Lamm ailesi bu balayı gezisini parasal yanıyla da hazırlamışlardır.
Yolculuk Göteburg üzerinden Hamburg, Viyana, Budapeşte, Macaristan ve Romanya’dır.
Evet! Belgrat, Bükreş, Varna ve buradan da İstanbul yönü açılır. Yarın İstanbul...
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 19 Mart 2011, Stockholm
İlk resim;, Zorn'un fırçasıyla Emmma. Emma läser,1887 olja duk 40 x 60 Zornmuseet
ikinci görsellik; İstanbul (1885) Emma ve Zorn ve arkadaşları
üçüncü resim; Emma, Zorn (1894) olja duk 128 x 87
11 Şubat 2011 Cuma
Zorn dünya müzelerinde... 150 yıl önce yoksul bir köy çevresinde babasız doğdu, ninesinin yanında büyüdü.. renk ve ışık büyücüsü.. etkili bir öykü..
Anders Zorn’un yaşamı yoksul doğan bir oğlanın klasik bir masalı gibidir.
Fakat çok çalıştı ve sonunda dünyada sayılı bir ressam oldu, ün ve onur kazandı.
Onur ve zenginlikle evine, yurduna, köyüne galip bir insan olarak döndü.
Başarılı bir sanatçı olarak geçmişinden fazla söz etmedi.
Kişisel arkaplanının örneğin babasını, bir baba motifi olarak gündemine almadı hiç.
Anders Zorn yüz elli yıl önce Şubat ayı bugünlerde doğdu. 60 yıl çalıştı, bugün ürünleriyle yaşamı sürüyor.
Değerli İzleyici,
Annesi mevsimlik işçi bir ressam üzerine bu seri yazılarımın nedenleri var.
Evlilik dışı bir aşk çocuğu olarak annesinin, anne annesinin yanında büyüdü.
Oğlu ile hiç bir zaman buluşmayan baba Leonard Zorn,(1872) Helsingfors'da öldüğünde 12 yaşındaydı.
Yüz elli yıl önce başlayan bu unutulmaz öyküde unutulmaz başka şeyler de var.
İsveç Uygarlık tarihi içinde Alman kolonisi gibi işleyen Stockholm'e yerleşen Almanlar var.
Her şeyden önce değilse bile, Alman zenaatçıların İsveç'te başarıları ve uygarlık olarak bu ülkeye katkıları var.
Şöyle ki bu Alman göçmen zenaatçıların arasında Zorn'un babası da var.
Durum ve önem bu kadar değil. Fazlasını sıralayabilmek olanaklı.
Zorn, çocukluk ve gençlik evresinde bu Alman işadamlarının destek ve gözetimi ile yaşamını şekillendirdi.
Almanlar arasındaki bu dayanışma, Zorn'un babası öldükten sonra olayların gelişimine göre beliriyor.
Bu ilgi, Anders Zorn adındaki bu dahi çocuğun bir dünya yıldızı olması için önünü açar.
O ilgi, resim sanatında yüz elli yıl sonra varlıksal değeriyle Zorn adını yaşatır ve öyküyü gündemde tutar.
Bugün dünyanın saygın galerilerinde onun tablolarını izliyoruz.
İsveç uygarlık ve ticaret alanında etkin olan bu tarihsel duruma kısaca bakalım.
Henrik von Düben (1856-57) adında bir imalathane sahibinin iş yerinde çalıştığı sırada, Johann Leonhard Zorn ustabaşı olmadan önce Grudd Anna Andersdotter ile tanıştı. Friedrick Peglow adında vatandaşı olan işverenin yanında , Stockholm’de hem de daha sonra 1860lı yıllarda Finlandiya’da hemşerisi Johan Kaspar Kröcker’in yanında Helsingfors’ta çalıştı Johann Leonhard Zorn.
Alman imalatçı işverenler bu dönem İsveç’te ilerlediler ve İsveç’in kalkınmasında payları oldu.
Bira üretiminde çok başarılı oldular. Bunu bir endüstri düzeyine çıkaracak teknikleri buldular ve uyguladılar.
Bu konuda bira imalatçı işveren firmalar J C Jacobsen ve Carl Jacobsen Danimarka’da, Christian Langaard Norveç’te büyük yatırımlar yaptılar.
Zornun babası ve meslektaşları Stockholm’de tarih oluşturdular ve bunlardan bazıları şirket sahibi oldu.
Fritz Dölling (1824 – 1903)Carl Gustaf Simonsson ile Nürnberg imalatahanesi sahibi idi ve sonunda tüm şirketi aldı. Dölling, çok büyük ticaretlere girişti ve İsveç’in sayılı milyonerleri arasında anıldı.
Johann Hartmann (1830-1874) bir imalathane ustası olarak Neumüller imalathanesinde (1854-1870) çalıştı Johann Kalb çok başarılı bir imalatçı ustası olarak tanındı. Kalb, ilkin Hartmann ile Neumüller imalathanesinde, daha sonra Dölling’in şirketinde çalıştı.
Franz Heis (1838–1898)Hamburger imalathanesini şirketine bağlandı. Dölling ve Carl Gustaf Simonsso, Georg Sellmann ile şirket yatırımı yaptı. Dölling de İsveç’in milyonerlerinden oldu.
Zorn’un annesi Grudd Anna bu iş kolları çevesinde çalışıyordu. Şirket sahipleriyle iyi ilişkileri vardı. Johann Kalb’ın karısı Maria, Grudd Anna'nın köyünden, Mora’dan geliyordu.
Krokberg ve Kalb ailesi Zorn’un Enköping’deki halk okuluna (1872) gitmesinde çok önemli bir rol oynadılar.
Maria Kalb’ın kızı daha sonra; ’Zorn’un annesi anneme geldi ve yardım istedi, annem de ona söz verdi,’ diye yazıyor.
Kısacası, Kalb, Dölling ve Hartmann aileleri Almanya'dan hemşehri, imalathane ustasının hiç bir zamankarşılaşmadığı bu köy çocuğu oğluna, ileride bir dünya yıldızı olacak ressam Zorn'a aktif olarak el uzattılar.
Hartmann, Finlandiya'da yaşayan Zornu'n babasıyla haberleşiyordu.
Franz Heiss daha sonra akademi öğrencisi olduğu sıradaki sıkıntılarda destek verdi.
Heiss, Zorn’un kariyerinde başı dertte olduğu her zaman onu desteklemekten kaçınmadı ve onu hep cesaretlendirdi.
Usta ya da işçi olarak İsveç'e gelen ve burada şirket sahibi olan Almanlar, bu yüzyılda her anlamda öne çıkıyorlar.
Köksüz bir ağaç gibi büyüyen bir yetenek...
İsveç'te zengin olan Almanlar.. anayurt Almanya'dan baba hemşerileri...
..onların karılarının sayesinde, İsveç Burjuva sınıfına üye oldu ve kulaklarda çınlayan Anders Leonard Zorn adını aldı.
Ninesini hiç bir zaman unutmadı ve ünlendi ve o köye döndü ve Mora adı ile burayı dünyaya tanıttı. Dahası var mı? Var!...
(Sürecek)
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Şubat 2011, Stockholm
İlk resim;Mrs. Walter Rathbone Bacon, 1897, olja, The Metropolitan Museum of Art, New York
İkinci sıradaki resim; Cristina Morphy, 1884, akvarel, 68 x 45 Museo Nacional del Prado, Madrid
Üçüncü resim; Missommardans, 1897, olja, Nationalmuseum, Stockholm
Dördüncü resim; Valsen, 1891, olja, 195xx133, Asheville, USA
Beşinci resim; Margit, 1891, olja, 78 x63 Zornmuseet
Altıncı resim; Mora marknad, 1892, olja, 133 x 167 Mora komun
Yedinci resim; Till dans, 1880, akvarel, 79 x 99, Zornmuseum
Fakat çok çalıştı ve sonunda dünyada sayılı bir ressam oldu, ün ve onur kazandı.
Onur ve zenginlikle evine, yurduna, köyüne galip bir insan olarak döndü.
Başarılı bir sanatçı olarak geçmişinden fazla söz etmedi.
Kişisel arkaplanının örneğin babasını, bir baba motifi olarak gündemine almadı hiç.
Anders Zorn yüz elli yıl önce Şubat ayı bugünlerde doğdu. 60 yıl çalıştı, bugün ürünleriyle yaşamı sürüyor.
Değerli İzleyici,
Annesi mevsimlik işçi bir ressam üzerine bu seri yazılarımın nedenleri var.
Evlilik dışı bir aşk çocuğu olarak annesinin, anne annesinin yanında büyüdü.
Oğlu ile hiç bir zaman buluşmayan baba Leonard Zorn,(1872) Helsingfors'da öldüğünde 12 yaşındaydı.
Yüz elli yıl önce başlayan bu unutulmaz öyküde unutulmaz başka şeyler de var.
İsveç Uygarlık tarihi içinde Alman kolonisi gibi işleyen Stockholm'e yerleşen Almanlar var.
Her şeyden önce değilse bile, Alman zenaatçıların İsveç'te başarıları ve uygarlık olarak bu ülkeye katkıları var.
Şöyle ki bu Alman göçmen zenaatçıların arasında Zorn'un babası da var.
Durum ve önem bu kadar değil. Fazlasını sıralayabilmek olanaklı.
Zorn, çocukluk ve gençlik evresinde bu Alman işadamlarının destek ve gözetimi ile yaşamını şekillendirdi.
Almanlar arasındaki bu dayanışma, Zorn'un babası öldükten sonra olayların gelişimine göre beliriyor.
Bu ilgi, Anders Zorn adındaki bu dahi çocuğun bir dünya yıldızı olması için önünü açar.
O ilgi, resim sanatında yüz elli yıl sonra varlıksal değeriyle Zorn adını yaşatır ve öyküyü gündemde tutar.
Bugün dünyanın saygın galerilerinde onun tablolarını izliyoruz.
İsveç uygarlık ve ticaret alanında etkin olan bu tarihsel duruma kısaca bakalım.
Henrik von Düben (1856-57) adında bir imalathane sahibinin iş yerinde çalıştığı sırada, Johann Leonhard Zorn ustabaşı olmadan önce Grudd Anna Andersdotter ile tanıştı. Friedrick Peglow adında vatandaşı olan işverenin yanında , Stockholm’de hem de daha sonra 1860lı yıllarda Finlandiya’da hemşerisi Johan Kaspar Kröcker’in yanında Helsingfors’ta çalıştı Johann Leonhard Zorn.
Alman imalatçı işverenler bu dönem İsveç’te ilerlediler ve İsveç’in kalkınmasında payları oldu.
Bira üretiminde çok başarılı oldular. Bunu bir endüstri düzeyine çıkaracak teknikleri buldular ve uyguladılar.
Bu konuda bira imalatçı işveren firmalar J C Jacobsen ve Carl Jacobsen Danimarka’da, Christian Langaard Norveç’te büyük yatırımlar yaptılar.
Zornun babası ve meslektaşları Stockholm’de tarih oluşturdular ve bunlardan bazıları şirket sahibi oldu.
Fritz Dölling (1824 – 1903)Carl Gustaf Simonsson ile Nürnberg imalatahanesi sahibi idi ve sonunda tüm şirketi aldı. Dölling, çok büyük ticaretlere girişti ve İsveç’in sayılı milyonerleri arasında anıldı.
Johann Hartmann (1830-1874) bir imalathane ustası olarak Neumüller imalathanesinde (1854-1870) çalıştı Johann Kalb çok başarılı bir imalatçı ustası olarak tanındı. Kalb, ilkin Hartmann ile Neumüller imalathanesinde, daha sonra Dölling’in şirketinde çalıştı.
Franz Heis (1838–1898)Hamburger imalathanesini şirketine bağlandı. Dölling ve Carl Gustaf Simonsso, Georg Sellmann ile şirket yatırımı yaptı. Dölling de İsveç’in milyonerlerinden oldu.
Zorn’un annesi Grudd Anna bu iş kolları çevesinde çalışıyordu. Şirket sahipleriyle iyi ilişkileri vardı. Johann Kalb’ın karısı Maria, Grudd Anna'nın köyünden, Mora’dan geliyordu.
Krokberg ve Kalb ailesi Zorn’un Enköping’deki halk okuluna (1872) gitmesinde çok önemli bir rol oynadılar.
Maria Kalb’ın kızı daha sonra; ’Zorn’un annesi anneme geldi ve yardım istedi, annem de ona söz verdi,’ diye yazıyor.
Kısacası, Kalb, Dölling ve Hartmann aileleri Almanya'dan hemşehri, imalathane ustasının hiç bir zamankarşılaşmadığı bu köy çocuğu oğluna, ileride bir dünya yıldızı olacak ressam Zorn'a aktif olarak el uzattılar.
Hartmann, Finlandiya'da yaşayan Zornu'n babasıyla haberleşiyordu.
Franz Heiss daha sonra akademi öğrencisi olduğu sıradaki sıkıntılarda destek verdi.
Heiss, Zorn’un kariyerinde başı dertte olduğu her zaman onu desteklemekten kaçınmadı ve onu hep cesaretlendirdi.
Usta ya da işçi olarak İsveç'e gelen ve burada şirket sahibi olan Almanlar, bu yüzyılda her anlamda öne çıkıyorlar.
Köksüz bir ağaç gibi büyüyen bir yetenek...
İsveç'te zengin olan Almanlar.. anayurt Almanya'dan baba hemşerileri...
..onların karılarının sayesinde, İsveç Burjuva sınıfına üye oldu ve kulaklarda çınlayan Anders Leonard Zorn adını aldı.
Ninesini hiç bir zaman unutmadı ve ünlendi ve o köye döndü ve Mora adı ile burayı dünyaya tanıttı. Dahası var mı? Var!...
(Sürecek)
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Şubat 2011, Stockholm
İlk resim;Mrs. Walter Rathbone Bacon, 1897, olja, The Metropolitan Museum of Art, New York
İkinci sıradaki resim; Cristina Morphy, 1884, akvarel, 68 x 45 Museo Nacional del Prado, Madrid
Üçüncü resim; Missommardans, 1897, olja, Nationalmuseum, Stockholm
Dördüncü resim; Valsen, 1891, olja, 195xx133, Asheville, USA
Beşinci resim; Margit, 1891, olja, 78 x63 Zornmuseet
Altıncı resim; Mora marknad, 1892, olja, 133 x 167 Mora komun
Yedinci resim; Till dans, 1880, akvarel, 79 x 99, Zornmuseum
27 Ocak 2011 Perşembe
Stockholm'den bir sergi geldi, geçti; 'Bits and pieces between life and death. “Turn a soldier’s pockets insideout and see what falls out.”
Karlı bir günde Asker Müzesi'ne gittik. Kuşların, ağaçların uyuduğu bir saatti.
Bu müzede özel bir sergi vardı. Adı; 'Bits and pieces between life and death.'
Torbjörn Leskog'un (Leskog’s collection) bir kolleksiyonu; ‘Saker och ting mellan liv och död.’
Şöyle ki; adı şeyler ve nesneler. Sunuşta ilk önce bir tümce vardı.
“Turn a soldier’s pockets insideout and see what falls out”
Bu soru ardılı şöyle sorular vardı:
'What did the pockets of a World I Germany soldier contain?
'How were American soldier fed in World II?
Hüzün verici, dramatik bir durum olarak isterseniz siz de düşünebilirsiniz.
I. II. Dünya savaşına katılan askerlerin ceplerinden ne çıkabilirdi?
Even war has routine. Soldiers have to eat, drink, wash and shave. In the midst of tediom or fear, soldiers find diversion in cigarettes, chewing gum, card-games, music or drink.
Injuries are cared for, shattered nerves healed. There are families to keep in touch with and news to keep up with.
Evet! Yaşam için rutin şeyler! Traş takımları ve yiyecekler ve içecek kutuları. Sigara, sakız gibi nesneler ve mektuplar, fotoğraflar falan...
Tarih öncesi çağlardan bu yana savaş her yerde var.
İnsanlar arasındaki bu mistik savaş tutkusu da henüz tam anlaşılmış değil.
Yeme, içme, soluma, üreme gibi bir ihtiyaç mıdır savaş?
Tolstoj (Lev 1828-1910) insanlığın bu tutkusunu derinden anlamaya çalışanların başında gelir.
Değerli İzleyici,
Bu sorunun yanıtını aramak değil bugün buradaki güncel konu.
Bugün, burada 'nesneler ve şeyler arasında yaşam ve ölüm' var. Çok ilginç değil mi?
Yeni yürümeye başlayan bir çocuk nereye elini atarsa, oradan bir şey koparır.
Her kopan nesne, başka öteki bir nesneye götürür o çocuğu.
Şeyler ve nesneler arasında ses, renk, ısı, koku da sarar o çocuğu.
Sert, yumuşak, katı ve sıvı nesneler, sıcak ve soğuk şeyler tüm yaşamı kapsar.
Tüm bunlar yaşamla başlar ve ölüme indirgenir sonunda.
Hışırdatarak elle buruşturduğu şey, o çocuğun elinde daha sonra okuduğu bir mektup olur.
Burada kalmaz hışırdatarak elle buruşturduğu şey; bir gazeteye ya bir kitaba dönüşür.
İşte böyle sıradan bir açı yakalar sizi nesnelere, şeylere bağlayan yaşamsal akış.
Bu akış içsel dünayınızdaki enzimlere varmadan önce, dış dünyada size çarpan, size bir şeyler fısıldayan ve sonra da hayatınızdan çıkıp giden o nesneler ve o şeylerdir.
O şeyler, sırasında bir olgu, bir durum, bir acı ve sevinç ve bunların önünde, yanında, arkasında, altında, üstünde kıpırdayan, hışırdayan ve sürekli yer ve durum değiştiren nesnelerdir.
Çocuk büyüdükçe sıcak, soğuk, katı.. nesnelerin oluşturduğu öteki olguların ayrımına varır.
Yaşam ve ölüm tüm bunların toplamıdır. O ve onlar yaşamdır işte.
Şöyle ki onlar, o ‘nesneler ve şeyler’ artık geride kalmıştır.
Kişinin kendisine ait olmayan her nesne yabancıdır.
Belki de son kez bile bakacak zamanı olmaz o nesneyi yıllarca yanında taşısa bile.
Belki de acısı ve sevinci ile tıngırdayan bir akordeon, yaşamın son anında, anlamsız bir nesne olarak geride kalır.
Hani deyim yerindeyse yaşamın suyu gider, kumu kalır. Kişinin yaşamı da böyledir.
Kişinin kendisine ait olmayan şeyler ve nesneler ne anlama gelir bir düşünelim bakalım.
İşte böyle bir sergi geldi ve geçti Stockholm’den. Bu sergi 2011 boyunca Oslo'da izlenebilir.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 27 Ocak 2011, Stockholm
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
*'Saker och ting mellan liv och död, Bits and pieces between life and death.'
Bu müzede özel bir sergi vardı. Adı; 'Bits and pieces between life and death.'
Torbjörn Leskog'un (Leskog’s collection) bir kolleksiyonu; ‘Saker och ting mellan liv och död.’
Şöyle ki; adı şeyler ve nesneler. Sunuşta ilk önce bir tümce vardı.
“Turn a soldier’s pockets insideout and see what falls out”
Bu soru ardılı şöyle sorular vardı:
'What did the pockets of a World I Germany soldier contain?
'How were American soldier fed in World II?
Hüzün verici, dramatik bir durum olarak isterseniz siz de düşünebilirsiniz.
I. II. Dünya savaşına katılan askerlerin ceplerinden ne çıkabilirdi?
Even war has routine. Soldiers have to eat, drink, wash and shave. In the midst of tediom or fear, soldiers find diversion in cigarettes, chewing gum, card-games, music or drink.
Injuries are cared for, shattered nerves healed. There are families to keep in touch with and news to keep up with.
Evet! Yaşam için rutin şeyler! Traş takımları ve yiyecekler ve içecek kutuları. Sigara, sakız gibi nesneler ve mektuplar, fotoğraflar falan...
Tarih öncesi çağlardan bu yana savaş her yerde var.
İnsanlar arasındaki bu mistik savaş tutkusu da henüz tam anlaşılmış değil.
Yeme, içme, soluma, üreme gibi bir ihtiyaç mıdır savaş?
Tolstoj (Lev 1828-1910) insanlığın bu tutkusunu derinden anlamaya çalışanların başında gelir.
Değerli İzleyici,
Bu sorunun yanıtını aramak değil bugün buradaki güncel konu.
Bugün, burada 'nesneler ve şeyler arasında yaşam ve ölüm' var. Çok ilginç değil mi?
Yeni yürümeye başlayan bir çocuk nereye elini atarsa, oradan bir şey koparır.
Her kopan nesne, başka öteki bir nesneye götürür o çocuğu.
Şeyler ve nesneler arasında ses, renk, ısı, koku da sarar o çocuğu.
Sert, yumuşak, katı ve sıvı nesneler, sıcak ve soğuk şeyler tüm yaşamı kapsar.
Tüm bunlar yaşamla başlar ve ölüme indirgenir sonunda.
Hışırdatarak elle buruşturduğu şey, o çocuğun elinde daha sonra okuduğu bir mektup olur.
Burada kalmaz hışırdatarak elle buruşturduğu şey; bir gazeteye ya bir kitaba dönüşür.
İşte böyle sıradan bir açı yakalar sizi nesnelere, şeylere bağlayan yaşamsal akış.
Bu akış içsel dünayınızdaki enzimlere varmadan önce, dış dünyada size çarpan, size bir şeyler fısıldayan ve sonra da hayatınızdan çıkıp giden o nesneler ve o şeylerdir.
O şeyler, sırasında bir olgu, bir durum, bir acı ve sevinç ve bunların önünde, yanında, arkasında, altında, üstünde kıpırdayan, hışırdayan ve sürekli yer ve durum değiştiren nesnelerdir.
Çocuk büyüdükçe sıcak, soğuk, katı.. nesnelerin oluşturduğu öteki olguların ayrımına varır.
Yaşam ve ölüm tüm bunların toplamıdır. O ve onlar yaşamdır işte.
Şöyle ki onlar, o ‘nesneler ve şeyler’ artık geride kalmıştır.
Kişinin kendisine ait olmayan her nesne yabancıdır.
Belki de son kez bile bakacak zamanı olmaz o nesneyi yıllarca yanında taşısa bile.
Belki de acısı ve sevinci ile tıngırdayan bir akordeon, yaşamın son anında, anlamsız bir nesne olarak geride kalır.
Hani deyim yerindeyse yaşamın suyu gider, kumu kalır. Kişinin yaşamı da böyledir.
Kişinin kendisine ait olmayan şeyler ve nesneler ne anlama gelir bir düşünelim bakalım.
İşte böyle bir sergi geldi ve geçti Stockholm’den. Bu sergi 2011 boyunca Oslo'da izlenebilir.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 27 Ocak 2011, Stockholm
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
*'Saker och ting mellan liv och död, Bits and pieces between life and death.'
18 Ocak 2011 Salı
Zorns mormor, Hass Karin Andersdotter avled 1894. 'Jag hade i bradskan glömt säga adjö at mormor, sprang tillbaka och fann henne i tårar: 22. yazı
Zorn tüm yaşamı boyunca ninesi Hass Karin Andersdotter'i hep iyi anılarla andı.
Sağdaki resimde kırsal yaşamı ve ninesini resmin sağ köşesine kondurmuş.
Resmin adı; Bizim günlük ekmeğimiz.*
Ninesini bu tablosunda ve daha pek çok yapıtında canlandırdı.
Değerli İzleyici,
Anlatılara göre Anders Leonard Zorn zorluklar içine doğdu ve zor olanı başardı.
Ninesi ve annesi ile birlikte o kırsal çevrede, Dalarna'da babasız büyüdü. Aşağıda İsveççe olan alıntıda bir anımsatma var.
1907'de Amerika yolculuğuna çıktığı sırada başından geçeni kendi özyaşam kitabında anlatmış.
Şöyle ki, Zorn, on iki yaşlarında Mora'dan ilk ayrılacak olduğu günü anmış.
Siljan Irmağı üzerinde gidecek vapur kalkmak üzere, Zorn oraya doğru koşmuş.
Fakat ninesine, hoşça kal demeyi unuttuğu aklına gelmiş.
'Han kom alltid att hålla hennes minne levande. Nar han 1907 under en resa till Amerika var i fard med att författa inledningen till sina självbiografiska anteckningar drog han sig till minnes en episod som inträffade när han som tolvåring skulle lämna Mora:
‘Hur val minns jag inte den morgon jag första gången skulle få fara angbåt över Siljan.
'Jag hade i bradskan glömt säga adjö at mormor, sprang tillbaka och fann henne i tårar.’
'Hızla koşarak eve geri döndüm ve ninemini gözyaşları içinde buldum,' diye yazmış.
Bunun pek çok nedeni var. Sırayla onlara da geleceğiz.
Daha önce bu konudaki yayınlara bakılabilir:
http://stockholmtekinsonmez.blogspot.com/
Babası Johann Leonard Zorn, Bayern bölgesinde (1831-1873 bryggmestare) doğmuş bir Alman.
Uzun ve dolambaçlı özyaşam öyküleri var. Aslında çok uzun ve dolambaçlı da değil.
Fakat bu öykü öteki bir yanı ile dallanır budaklanır, İsveç toplumsal tarihine çıkar bir yoldan.
İsveç uygarlık tarihi ile çakışan, örtüşen yerler arada bir gündem olacak.
Zorn ailesinin kısaca yaşam serüvenleri şudur: Zorn’un baba tarafı 1600'lere dek gider.
Baba babası (dedesi) Johann Philipp (1808- 1849) Würzburg'da el işi üretimi isteyen zenaat kollarında bir ustadır ve Margaretha Schmidt ile evlidir ve ikisi oğlan en az yedi çocuk babasıdır.
Almanlar 1800'lü yılların ikinci yarısında Stockholm’de değişik konularda etkin ticaret kolonileri kurmuşlar.
El ürünü işlerden biracılıkla ilgili üretim sırlarına dek pek çok alanda öne geçmişler.
Bu süreç bir çekim, cazibe alanı odağı yapar Almanlar'ı.
Bu zenaatlar, Johann Leonard Zorn için İsveç yolunu açar.
Bu yıllarda Johann Philipp USA’ya göçer.
Johann Leonard Zorn (Alman S:ta Gertauds) kayıtlara göre 14 ocak 1860’da Stockholm’e gelir.
Johann Leonard Zorn tam usta 'master' olmadan önce, Linköping ve Västerås’ta çalışır.
Kısa sürede bir şeyleri ilerletmiştir.
1860 yılı başlarında Finlandiya’ya geçer, Kaspar Kröckel‘in yardımcısı olarak onun firmasında çalışır.
Johann Leonard Zorn ve (ileride ressam Zorn'a anne olacak) Grudd Anna ile Uppsala’da karşılaşırlar.
Anlatılan öyküye göre bira gibi sıvı içkilerin hammaddeleri olan ve öğütülerek üretilen (brygg) iş kolu onların karşılaşmasına vesile olur.
Alman Johann ve İsveçli Anna.
Bu iki farklı insanın seyrek zamanlarda bir araya geldikleri söylenir.
Sabit beraberlikleri üzerine ayrıntılı bilgi ve belge yok.
Büyük ressam Zorn bu koşullarda bir aşk çocuğu olarak doğar.
Helsingfors’ta çalışan Johann'ın 26 aralıkta vefat haberi gelir.
Grudd Anna'ya elçilik aracılığıyla, bir miktar da para gönderilir.
İleride Anders Zorn'un babası diye anılacak Johann Leonard Zorn, İsveç’e gelişinden on üç yıl sonra (1873) ölmüştür.
Kırsal alanda annesinin yanında büyüyen Zorn babasını pek tanımaz. Vasiyet yolu ile gelen para dört yıl yeter.
Annesi Grudd Anna başka birisiyle, marangoz Anders Andersson ile (1874) evlenecektir.
Fakat başka şeyler olur! Her dahinin yaşamında olmayan şeyler!
Kim olursa olsun, çünkü bir yanı ile her fani insanın içinde bir deha yatar.
Eğer şanslıysa, dehanın ortaya çıkma koşulları varsa o bir mucize gibi yol verir o insana.
İster resim, ister yontu, ister müzik ya da yazın sanatları, evet o mucize gelir ve o dehanın elinden tutar.
Deha üzerine çok şey yazılmış! Deha nedir? Olumlusu da olumsuzu da vardır! Ne olursa olsun!
Deha bir insanın elinden tutsun yeter! Akla gelmedik yerde ve koşullarda dahice soygun yapar.
Uçurtmayı uçak diye uçurur, dinamiti keşfeder ve daha neler... Şöyle ki dehayı ortaya çıkaran, besleyen koşullar her yerde önem kazanır.
Zorn'un resim alanında bir deha olduğunun anlaşılması hem kendisi, hem İsveç için hem de resim sanatı için bir şanstır.
Zorn örneğinde o koşulların neler olduğunu, babasız bir çocuğun nasıl bu doruğa geldiğini gelecek yazıda izleyeceğiz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 18 Ocak 2011, Stockholm
ilk resim; *Vart dagliga bröd, (1886) akvarel 68 x 102 Nationalmuseum Stockholm)
ikinci; Zor'un babası Bryggmästare Johann Leonard Zorn 1871
üçüncü; Anders Leonardd Zorn, Enköping 1874
dördüncü; 1885, Zorn, en önde ninesi Hass Karin Andersdotter, sağda ise annesi Grudd Anna ve komşular...
beşinci resim; Mona och Karin, 1905, akvarel, 45 x 30, Göteborgs Konstmuseum
Sağdaki resimde kırsal yaşamı ve ninesini resmin sağ köşesine kondurmuş.
Resmin adı; Bizim günlük ekmeğimiz.*
Ninesini bu tablosunda ve daha pek çok yapıtında canlandırdı.
Değerli İzleyici,
Anlatılara göre Anders Leonard Zorn zorluklar içine doğdu ve zor olanı başardı.
Ninesi ve annesi ile birlikte o kırsal çevrede, Dalarna'da babasız büyüdü. Aşağıda İsveççe olan alıntıda bir anımsatma var.
1907'de Amerika yolculuğuna çıktığı sırada başından geçeni kendi özyaşam kitabında anlatmış.
Şöyle ki, Zorn, on iki yaşlarında Mora'dan ilk ayrılacak olduğu günü anmış.
Siljan Irmağı üzerinde gidecek vapur kalkmak üzere, Zorn oraya doğru koşmuş.
Fakat ninesine, hoşça kal demeyi unuttuğu aklına gelmiş.
'Han kom alltid att hålla hennes minne levande. Nar han 1907 under en resa till Amerika var i fard med att författa inledningen till sina självbiografiska anteckningar drog han sig till minnes en episod som inträffade när han som tolvåring skulle lämna Mora:
‘Hur val minns jag inte den morgon jag första gången skulle få fara angbåt över Siljan.
'Jag hade i bradskan glömt säga adjö at mormor, sprang tillbaka och fann henne i tårar.’
'Hızla koşarak eve geri döndüm ve ninemini gözyaşları içinde buldum,' diye yazmış.
Bunun pek çok nedeni var. Sırayla onlara da geleceğiz.
Daha önce bu konudaki yayınlara bakılabilir:
http://stockholmtekinsonmez.blogspot.com/
Babası Johann Leonard Zorn, Bayern bölgesinde (1831-1873 bryggmestare) doğmuş bir Alman.
Uzun ve dolambaçlı özyaşam öyküleri var. Aslında çok uzun ve dolambaçlı da değil.
Fakat bu öykü öteki bir yanı ile dallanır budaklanır, İsveç toplumsal tarihine çıkar bir yoldan.
İsveç uygarlık tarihi ile çakışan, örtüşen yerler arada bir gündem olacak.
Zorn ailesinin kısaca yaşam serüvenleri şudur: Zorn’un baba tarafı 1600'lere dek gider.
Baba babası (dedesi) Johann Philipp (1808- 1849) Würzburg'da el işi üretimi isteyen zenaat kollarında bir ustadır ve Margaretha Schmidt ile evlidir ve ikisi oğlan en az yedi çocuk babasıdır.
Almanlar 1800'lü yılların ikinci yarısında Stockholm’de değişik konularda etkin ticaret kolonileri kurmuşlar.
El ürünü işlerden biracılıkla ilgili üretim sırlarına dek pek çok alanda öne geçmişler.
Bu süreç bir çekim, cazibe alanı odağı yapar Almanlar'ı.
Bu zenaatlar, Johann Leonard Zorn için İsveç yolunu açar.
Bu yıllarda Johann Philipp USA’ya göçer.
Johann Leonard Zorn (Alman S:ta Gertauds) kayıtlara göre 14 ocak 1860’da Stockholm’e gelir.
Johann Leonard Zorn tam usta 'master' olmadan önce, Linköping ve Västerås’ta çalışır.
Kısa sürede bir şeyleri ilerletmiştir.
1860 yılı başlarında Finlandiya’ya geçer, Kaspar Kröckel‘in yardımcısı olarak onun firmasında çalışır.
Johann Leonard Zorn ve (ileride ressam Zorn'a anne olacak) Grudd Anna ile Uppsala’da karşılaşırlar.
Anlatılan öyküye göre bira gibi sıvı içkilerin hammaddeleri olan ve öğütülerek üretilen (brygg) iş kolu onların karşılaşmasına vesile olur.
Alman Johann ve İsveçli Anna.
Bu iki farklı insanın seyrek zamanlarda bir araya geldikleri söylenir.
Sabit beraberlikleri üzerine ayrıntılı bilgi ve belge yok.
Büyük ressam Zorn bu koşullarda bir aşk çocuğu olarak doğar.
Helsingfors’ta çalışan Johann'ın 26 aralıkta vefat haberi gelir.
Grudd Anna'ya elçilik aracılığıyla, bir miktar da para gönderilir.
İleride Anders Zorn'un babası diye anılacak Johann Leonard Zorn, İsveç’e gelişinden on üç yıl sonra (1873) ölmüştür.
Kırsal alanda annesinin yanında büyüyen Zorn babasını pek tanımaz. Vasiyet yolu ile gelen para dört yıl yeter.
Annesi Grudd Anna başka birisiyle, marangoz Anders Andersson ile (1874) evlenecektir.
Fakat başka şeyler olur! Her dahinin yaşamında olmayan şeyler!
Kim olursa olsun, çünkü bir yanı ile her fani insanın içinde bir deha yatar.
Eğer şanslıysa, dehanın ortaya çıkma koşulları varsa o bir mucize gibi yol verir o insana.
İster resim, ister yontu, ister müzik ya da yazın sanatları, evet o mucize gelir ve o dehanın elinden tutar.
Deha üzerine çok şey yazılmış! Deha nedir? Olumlusu da olumsuzu da vardır! Ne olursa olsun!
Deha bir insanın elinden tutsun yeter! Akla gelmedik yerde ve koşullarda dahice soygun yapar.
Uçurtmayı uçak diye uçurur, dinamiti keşfeder ve daha neler... Şöyle ki dehayı ortaya çıkaran, besleyen koşullar her yerde önem kazanır.
Zorn'un resim alanında bir deha olduğunun anlaşılması hem kendisi, hem İsveç için hem de resim sanatı için bir şanstır.
Zorn örneğinde o koşulların neler olduğunu, babasız bir çocuğun nasıl bu doruğa geldiğini gelecek yazıda izleyeceğiz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 18 Ocak 2011, Stockholm
ilk resim; *Vart dagliga bröd, (1886) akvarel 68 x 102 Nationalmuseum Stockholm)
ikinci; Zor'un babası Bryggmästare Johann Leonard Zorn 1871
üçüncü; Anders Leonardd Zorn, Enköping 1874
dördüncü; 1885, Zorn, en önde ninesi Hass Karin Andersdotter, sağda ise annesi Grudd Anna ve komşular...
beşinci resim; Mona och Karin, 1905, akvarel, 45 x 30, Göteborgs Konstmuseum
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)